Pages

Search This Blog

December 28, 2010

Franz Kafka - Hikayeler



Kapaktaki fötr şapkalı adamın Kafka olduğu intibası kitabı aldığım ilk günden beri var bende. Ayakları biraz uzunca. En sevdiği renk olan siyaha bürünmüş. Kaldırımlar üzerinde bekliyor. Belki de düşünüyor. Bu duruşta sanki daha çok çaresizlik var. Sevdim diyemem o yüzden. Belki de böyle düşünmemin sebebi, hikayelerinin bana giydirdiği karamsar hırkam. Gözlerimi ovuşturmamın bir faydası yok.

Zaten Franz Kafka hep gizemli birisi olmuştur -benim için-. O kısa hayatı boyunca neler yapıp, nelerden hoşlandığı ve nelerden tiksindiği kitaplarını okurken aklımın bir köşesinde sürekli olarak beni meşgul eden konular. Kitap kapaklarının renginden, yazılarında seçtiği konulara kadar hep farklı birisi oldu; isteyerek veya istemeyerek. Hep bir değişimi yazmak istedi, ve bence bu hep 'kaybediş'in ve 'kaybolma'nın değişimiydi..
29 Eylül 2006

Beklemek

Yine aynı saatte aynı yerde otururken yazmam gerektiğini farkettim. Zorunluluk değil de yazma ihtiyacıydı bu, yemek içmek gibi arayı açtiginda kendini daha sık hatırlatan bir haz. Açtım blogu; yazmaya başlarken O'ndan aldım haberi. Az sonra evden çıkıyordu, belki de içindeki tüm kuşkuları atmaya, biraz hava almaya gidiyordu. Böyle düşündüğünü düşünüp mutlu oldum. Bir hayal gibi mutluluk verdi bu his bana. Önümde karalanmayı bekleyen sayfalara baktım. Belki de bembeyaz olmak çok da güzel bir şey değil. Biraz karalanmak, biraz dolmak lazım. Hayatın bize ne verdiğini tam idrak edemiyorken çok düşünmemek lazim belki de. 'Hayırlısı' deyip bir yerlerden tutunmak lazım hayata. Mutlu oldum düşündükce ve aramasını bekledim O'nun. Beklemek güzeldir Ona dair ise. Beklemek O'dur.
20 Ocak 2009

Büyücü

Bu sabah gerek durakta beklerken gerekse otobüste varış yerini beklerken sıkıldım. Kaç gündür kitap okumaya alışmışım ve dün kitabı ofiste unutmuş olmam ve başka kitaba başlayamayacak kadar bu kitaba bağlanmış olmam elimi kolumu bağladı, otobüsün en arka koltuğunda beni başka bir şeyler düşünmeye zorladı. Fakat olmadı. Ne kadar uğraşsam da bir şekilde dönüp dolaşıp Yunan adasında bir anlamda sıkışıp kalmış Urfe’yi karşımda buluyordum; Nicholas Urfe. Yunanistan’ın ufacık bir adasında bulunan özel bir okulda öğretmenlik yapan Urfe kitabın belki de tek gerçek karakteri olarak bir oyunun içine -farkında olmasına- rağmen sürükleniyor. Urfe-June-Julie ve sahnenin yönetmen koltuğunda oturan Conchis. Bu karakterler içinde gerçek olan bir noktayı referans alarak yolumu bulmaya calışsam da nafile. Neyin gerçek neyin kurmaca olduğunu anlamak zor, hele ki on dakikalık otobüs seyahatinde imkansız. Bunu düşünürken anlıyorum niye Urfe’nin bu oyunun sonunu görmek istediğini. Ben niye kitabı bir şekilde bitirmek istiyorsam O da bir şekilde bu oyunun sonunu görmek istiyor, ve bunun tek yolunun da oyuna katılmak olduğunu biliyor. Çünkü herkesin rolü biçilmiş ve biz okuyucular ağızlarını bir karış açarak hayretle izleyen, bir yandan da sonu bir an önce gelsin isteyen seyirciyiz. Bu kitabın hayal ürünü olduğunu bilsem de belki en zayıf yönümüz olan gerçeği öğrenme merakı -özellikle- bu kitabı çekici kılıyor. Bunları düşünürken bile yoruluyor, nereden başladığımı bilmediğim gibi nerede bıraktığımı da bilmeden biraz önümde oturan asker pantolonu giymiş orta yaşlı birinin kitap okumasına takılıyorum. Elindekini bir kitaptan ziyade nutukmuş gibi belli bir açıda tutarak dik vaziyette mırıldanıyordu. Belli ki kendini kitaba vermişti ve askeri disiplinini kitap okuma alışkanlığına bile yansıtmıştı. Durağa yaklaşırken hızlı ve keskin hareketlerle kapağında Amerikan bayrağı olan kitabı kapadı ve siyah çantasına büyük bir saygıyla yerleştirdi. Güneş gözlüklerini çantanın yan cebinden çıkarıp dikkatle takarken bu seri hareketlerin aslında defalarca kere yaşanmış olmasından kaynaklandığını anladım. Her gün aynı otobüse belki de aynı saatte binen birisinin dakikliğine sahipti tüm vücut hareketleri. Okuduğu kitabı büyük bir hazla mırıldanması ise bu günlük tekrarların bir monotonluk değil de yaşadığı hayata bağlılık olduğunu gosteriyordu. Kendimi düşünmeye başladım o sırada; hayatın neresinde olduğumu ve neresinde olmak istediğimi. Bu hayat kuralları hiç bir yerde tam olarak yazılmamış bir oyun. Burası bir Yunan Adası ve bize biçilen rolü benimsemekten başka bir seçeneğimiz yok.

Elveda

Ne kadar uzak olduğunu hatırlamadığım bir geçmişe ait anılar yumağı zihnimde yuvarlanırken içimde biriktirdiğim pişmanlık büyümeye ve bir kimliğe bürünmeye başladı. Bu duygu bir bataklık gibi beni daha da içine çekerek geçmişimle yüzleşmeye itti. Bir hatıra bir diğerine bağlandıkça yapbozun parçaları birleşmeye ve böylece kendi kişisel tarihim de bir anlam kazanmaya başladı. Anlamsız parçalardan oluşan hafızam bir anda olayları ve kişileri birbirine bağlamaya başladı. Herşey yerli yerine oturunca anladım ki, öfke ve pişmanlığım kendimden başkasına değilmiş. Yıllardır adresi yanlış yazılmış mektup gibi öfkem olmaması gereken yerlere uğramış, ancak şimdi yerini bulabilmişti. O an o karanlık odada ne yapacağımı bilemeden, ben ve öfkem başbaşa kaldık. Sorulacak soruları bir yana bırakıp bana bakınca yüzündeki öfke önce acıma duygusuna, daha sonra da hüzne bıraktı. Tek söz söyleyebildi; ‘Elveda!’. Bu onu son görüşüm oldu.
12 Şubat 2009

Sevgili

Sevgilim dedim ona ilk defa bir pazar kahvaltisinda. Saskinligini sakla(ya)madi. Donuk gozlerle bana bir sure bakti. Az sonra dedigimi bana tekrarladi yeni ogrendigi bir kelimeyi ezberlemek istercesine. O an biliyordum ki ne soylerse soylesin hic bir sey ayni olmayacakti. Geri donusu olmayan bir kapidan gecmis, ne geriye ne de ileriye bakma firsati bulamamistik. Birlikteligimizin her aninda oldugu gibi o sabah da her sey kendiliginden gelismisti. Cok sonralari bu an aklima geldiginde zamansiz davrandigimi kendime itiraf ettim. Ancak baska ne zaman olabilirdi sorusuna da cevap bulamayinca o sabah kahvaltisi hatirasinin tadini cikarmaya karar verdim. Bir pohaca sicakliginda giden kahvalti sevgili sozcugunun havada ucusmasiyla birlikte baska bir boyuta tasinmisti sanki. Kahvalti masasi ve biz bir anda daha once hic gitmedigimiz bir yere gitmistik. Zaman daha yavas akiyordu sanki ve biz de ona uydurmak istercesine yavas hareketlerle kahvaltiya devam ediyorduk. Cok bir zaman gecmemisti ki gulumsedigini farkettim. ‘Oldu!’ dedim usulca, neyin oldugunu bilmeden.
17 Şubat 2009

Bacheha-ye Aseman

Majid Majidi’nin tek odalı evinde, çok eskiden bitmesinden korktuğumuz için yazmaya kıyamadığımız saydam plastikten yapılmış tükenmez kalem ile yalınayak senaryosunu yazdığı bu filmde, bir rivayete göre bizleri de hep en olmadık yerde yarı yolda bırakan bu tükenmez kalem tükendiği için filmi yarıda öylece bitirmek zorunda kalmış. O yüzden sevgililerin kavuştuğu bir mutlu son yok bu filmde. Zaten film sonlarında ‘THE END’ yazısının eksikliğine dahi alışamamış biz sinemaseverlere böyle bir son gerçekten çok acımasızcaydı. Fakat, yine de, Majid Bey’i bizi sokak aralarında maç yaptığımız günlere götürmesi hatrına affedip filme iyi puan veriyoruz.

Mektup

Hava henüz kararmış, odaların ışıkları bir bir yanmaya başlamıştı. Dışarı çıkıp rasgele esen rüzgara kısa bir anlığına da olsa bıraktım kendimi. Kısa ve çekingen adımlarla karanlığa doğru ilerledim. Çok geçmedi, elimde anahtarlarla posta kutusunun önünde durdum. Anahtar deliğini el yordamıyla bulup kilidi açtım. Alışılagelmiş bir kaç reklam afişi ve kredi kartı mektuplarının yanında duran saman renkli eski bir posta zarfı nereden geldiğini hemen belli etti. Belli ki deniz aşırı yolculuk onu bir hayli yıpratmış, üstüne üstlük kendisinin ancak yarısı kadar olan bir kutuya sıkıştırılmak zorunda kaldığı için bir hayli kırışmış ve kıyılarında ufak yırtıklar oluşmuştu. Kısa süren bir ‘ne yapacağını bilememe’ tereddüt hali sonrası bir elime sarı zarfı alıp eve doğru yollandım. Baş parmağımla zarfın üstündeki üçü aynı birisi daha küçük olan dört adet pulu yoklayarak geçtim karanlığı...

Yağmurlu Günler

Dün gece yatmadan hemen önce takıldı aklıma. Birşeyleri unuttuğumu düşünüyordum, ne olduğunu çıkaramadım. Bu düşünce hoşuma gitti. Uyuyana kadar bir şeylerle meşgul olacağımı bilmek uykumu daha da kaçırdı. Bu halime üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Hayatımda birşeylerin eksikliğini hep hissetmişimdir. Şimdiki kadar olmasa da geçmişe bir göz atıp nerelerde yanlış yaptığımı bulmaya calişma merakı uzun zaman önce kazandığım bir alışkanlık. Bugün daha farklıydı. Alışkanlık takıntı haline gelmiş, beni huzursuz etmeye başlamıştı. Yattığım yerden doğruldum, gözlerimi ovuşturdum ve kararımı verdim. Yavaş hareketlerle yataktan kalktım. Giyinip dışarı çıktım.

...

Hafif çiselen yağmur altında yürüdüğümü hatırlıyorum. Ve o an, yüzüme çarpan her yağmur damlası derinlerde bir yerlerde bulunan küflenmeye yüz tutmuş hayallerimi bulup çıkardı. Çok eski ‘yağmur’lu günlerden kalan hatıralar hayallere karışıp uyumlu bir ahenkle birer birer geçtiler gözümün önünden. Saniyeler kadar hızlı geçen o zaman zarfında herşey canlandı. Kurak günler bitti, yerini ‘yağmur’lu günlere bıraktı.
26 Eylül 2006

Bir Fotoğraf Bir Geçmişe Bedeldir

Kış ayazının hala kendini hissettirdiği bir mart sabahı uyku mahmurluğuyla odanın bir köşesine yığılmış kitapları kutulara yerleştirirken farkettim onu. Siyah deri ciltli bir ajandanın sayfaları arasından elime değen fotoğrafın tırıklı plastik çerçevesini parmaklarımla hafifçe okşarken polaroidin ne zaman çekildiğini hatırlayamayınca içimi bir hüzün kapladı. Üstelik fotoğrafta benim yanımda gülümseyen yüz de tanıdık gelmiyordu. Demek ki; benim hayatımda bir zamanlar beaber fotoğraf çekebileceğim kadar yakın birileri vardı. Bu düşünce beni rahatlattı ve aynı fotoğraftaki gibi gözlerimi iyice açıp gülümsemeye başladım.

Umursamazlık

Şehrin alışkın olmadığı sağanak yağmur altında geniş kaldırımlı sokakta ilerledim. Yağmura hazırlıksız yakalanan insanların arasından hızlı fakat altları suyla dolmuş gevşek kaldırım taşlarından birine rasgelmemek için tereddütlü adımlarla yürürken gecikmemden ötürü bu yağmuru suçlamaya karar verdim. Öyle bir yağmur ki bindiğim otobüsün silecekleri bile yağmura mağlup düşünce sürücü koltuğundaki beyefendi çalışılmış küfürler savurmaya başlamış, bunun yararı olmadığını anlayınca biraz da trafiğe uyarak ağır aksak ilerlemeye başlamıştı. Dükkan bodrum katında gün ışığından mahrum kaldığı için dışarıdaki cümbüşü siz muhtemelen farketmediniz bile. Evet neyseki yağmur biraz dindi de ben zor da olsa geldim buraya. Buna da şükür!

Oturduğu yerden kalkıp önümden sessizce mırıldanarak geçtiğinde aslında beni dinlemediğini farkettim. Bu beni rahatlatsa da kayıtsızlığı içimi burktu. Yine de umursamazlığına aynı şekilde karşılık verdim. Ayrılırken verdiği selam dışında sesini çıkarmadan yanımdan ayrıldı. Buna neyseki -zor da olsa- alıştım artık. Üzerine sessizliği örtüp beni görmezden geldiğinde bilirim ki Remzi Amca o gün kelimelerini benden sakınsa da hemen ertesi gün -belki de bunun mahcubiyetiyle- söz ve iltifatlarında cömert davranacaktı.

December 1, 2010

Müdürü Beklemek

Birisini beklemekten daha kötüsü birisini hiç tanımadığınız başka birisiyle beklemektir.

Hiç istemesem de üniversitenin İdari İşler Binasına gitmem gerekiyordu. İstemiyordum. Çünkü basit bir kağıt parçasını kapı kapı gezdireceğimi ve bu kapılardan en az birisinden elim boş döneceğimi ve işimin ertesi güne erteleneceğini biliyordum. Bu binanın tek sevimli yanı kapıların üzerine asılmış makam isimleri. Meğer ne çok yönetici ve müdür varmış. Aslında bir varmış iki yokmuş. Kapısını çaldığım müdür odalarının hepsi sessizlikle karşılık verdi bana. İçi boş yönetici odaları. Kapılardan önü daha geniş ve havadar olanı seçip önünde beklemeye başladım. ‘İnsan İlişkileri Müdürü’ yazısının hemen karşısındaki duvara arkamı yasladım. Bu müdür insanların ilişkilerinden sorumlu, onları denetleyen kimse olmalı. Kimlerin kimlerle daha iyi arkadaş olabileceğini araştırıp buna göra telkinde bulunan bir kurulun yöneticisi. Özgeçmişlerin, facebook fotoğraflarının havada uçuştuğu bir kurul toplantısı hayal ediyorum. Kendimce dalga geçiyorum. Başkalarının beğenisine bağlı olarak yaşanılan bu hayat düzeni nde pek de kötü bir fikir sayılmaz aslında. Koridorun sonunda birisinin belirmesiyle bu olağanüstü fikrimi bırakıp bekleyen insan konumuma geri dönüyorum. Gelen kişi eğer müdür ise nasıl bir tavır takınacağıma karar vermeliyim. Beklemeye alışkın olmayan meşgul birisi olduğumu soğuk yüz ifademden hemen anlamalı. Çok da abartılı olmamalı. Belki de bu durumu önemsemeyerek üstünlüğümü belli etmeliyim. Hafif bir gülümeme ile görmiş geçirmiş birisine dönüşmeliyim. Karar veremiyorum. Neyse ki gelen müdür değil. Bu okulda getir götür işlerine bakan kişilerden. Bordo pantolon ve bordo yelekli üniformalı bu insanlar gülücüklerini kimseden esirgemezler. Ben o kadar cömert değilim bugün. Onun bana baktığını bildiğimden gözlerimi kaçırıyorum. Sanki ben de ona bakarsam elimdeki kağıt imzasız kalacak. Yanıma gelince duruyor. Belli ki onun da aynı kişiyi görmesi gerekiyor. Kapıyı çalıyor. ‘Kimse yok!’ deyip ufak bir sohbeti başlatabilirim. Aynı amaç buluşmuş iki insanız ne de olsa. Fakat hiç bir şey yapmıyorum. Kapıyı açıyor ve boş koltuğa bir süre bakıp kapıyı kapatıyor. Kapının yanına benimle biraz mesafe bırakmaya özen göstererek geçiyor. Belli ki o da bekleyecek. Neden bilmiyorum içim sıkılıyor. Onunla beklemek istemiyorum. Müdür geldiğinde ikimizin de kapısında onu beklediğimizi görmesini istemiyoum. Aşağılanmışlık mı bu? Bir süre sonra o da bana bakmayı bırakıyor. Onunla konuşmak istemediğimi anlamış olmalı. Fakat merak ediyorum onun hangi ülkeden olduğunu, kaç çocuğu olduğunu. Yaşadığı yeri bırakıp buraya gelmesinin öyküsünü ondan duymak istiyorum. Onlarca soru üşüşüyor kafama. Tüm cevapları onda saklı olan sorular. Moralim büsbütün bozuluyor. Onunla artık konuşamayacağımı anlıyorum. Telefonuyla oynamaya başlıyor. İçim bunalıyor. Oradan hızla uzaklaşıyorum. Olmak istediğim ama olamayacağımı birisiyle her karşılaştığımda anladığım o hayal insanından uzaklaşıyorum.

October 31, 2010

Sobalı Evde Büyümek

Derler ki; birisinin doğumundan sonraki bir kaç yılı karakterini belirler. Buna tamamen katılıyorum...

Soğuk bir kış günü herkesin birbirini tanıdığı selam sabahın eksik olmadığı ufak bir kasabanın harıl harıl yanan sobadan gelen çıtırtı seslerinin sardığı sıcacık bir evinde dünyaya gelmişim. Dışarıda kar ve soğuk eksik olmadığı için dışarıya çıkmama ve hatta sobanın ısısının yetişmediği diğer odaları gezmeme uzun bir süre müsade etmedikleri için ben tüm oyunlarımı iki çekyatın arasında kalan yere serilmiş kalın bir minderin üstünde öğrenmişim.

Bazen penceremden dış dünyaya bakarken üfül üfül esen soğuk rüzgarın savurduğu karların arasında birilerinin hızlıca yürüyerek evin önünden geçtiğini görüyorum. Oyunlarımdan fırsat buldukça anlamadan, anlamaya çalışmadan izliyorum onları. Onlar gibi kar kış içinde bata çıka ilerlemeyi hevesle bekliyorum. Fakat bu oda gibi içimde alevler çıksa da dışarıya hep yabancı ve soğuk olacağıma aklım ermiyor daha. Meğer ben bir ömür boyu bu odaya hapsolmuş, dış dünyayı sadece izlemeye mecbur kamışım.

Televizyonun evlere daha girmediği böyle bir dönemde odadaki en gizemli şey tabi ki sobaydı. Dokunmama ve hatta yaklaşmama dahi izin verilmese de faydalı bir gereç olduğunu bir şekilde öğrenmiştim. İnsanlarla aramda hep bir mesafe olması fakat onlardan hiç bir zaman uzak kalamamam, onlarla biraz yakınlaşınca elimin yanacağı hissine kapılıp istemsizce kaçmam da acaba bu yüzden mi? Bilmiyorum. Çünkü ben hiç sobaya dokunmadım.

Yarım Kalanlar..

İkinci ancak sonuncu olduğunda birincinin önüne geçebiliyor. Onunla ikinci görüşmemin bu kaderi paylaşacağını o gün daha bilmiyordum.
Aklımdan tek bir anı bile çıkmayan bu yaşadıklarımı anlayabilmek için günlerce kafa yordum. İnsan büyük bir labirentte kaybolmuş gibi çıkış yolu yerine çıkmaz yollarda takılıp kaldıkça hayatına bir şekilde girmiş insanlara duygusuzca somut değerler biçip onları bir piyon olarak görmeye başlıyor. Artık neden sorusunun bir önemi kalmıyor. Çıkış yolunu bulmak için aslında tek gerekli olan bunun nasıl olduğunu çözebilmek. Peki nasıl oldu? Ya bu karmaşanın hepsi sebep-sonuç ilişkisi ile açıklanamayacak kadar rasgele gelişmiş bir olaylar yumağı ya da en ince ayrıntısına kadar kurgulanmış bir oyun. İkinci ihtimali düşündükçe içimde büyüyen bir çığlık boğazımda düğümleniyor...

October 26, 2010

E) Hiçbiri

Bir sorun varsa biliriz ki bunun çözümü için önümüzde beş seçenek vardır ve sadece birisi doğrudur. Doğru çözümü bilmiyorsak diğer seçenekleri değişik mülahazalar neticesinde bir bir eleyerek doğru şıkkı bulmaya çalışırız. İşte bu yöntemin yanlış olduğunu ancak E şıkkına geldiğimizde anlarız. E şıkkı doğru seçenekten emin değilsek aslında bir hiç olduğumuzu usulca bize söyler. Eğer o an kararsızsan E seçeneği senin peşini bırakmayacaktır.

Çünkü E sadece bir yanılgıdır.

E şıkkı hayatta önüne çıkan hiç bir şeye tutunamayanların son durağı, hayat dersine çalışmamış öğrencilerin kafasını daha da karıştırmak için eklenmiş bir aldatmaca, ardındaki gizemi keşfetmeye korktuğumuz bir yanılgı ve belki de ne olduğunu ancak o seçeneği karalayıp sınav kağıtları okunduğunda anlayabileceğimiz bir hiçtir.

Ben karaladım, bekliyorum..

October 12, 2010

Tutunamayan Yalnızlık

Çok eskiden zamanın bile daha adının konmadığı bir devirde Macondo adlı küçük bir kasaba varmış. Kendi içine kapanmış bu yalnız kasabada büyüyen Olric içindeki sesi dinleyip kasabaya gelen Makedon çingenelerin kervanına katılmaya karar vermiş ve İstanbul'a kadar uzanan uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkmış.

Her ne kadar yüzyıllardır peşini bırakmayan yalnızlığı kasaba ile arkasında bırakacağını düşünse de içini kemiren bu his gittikçe büyümüş. Ufak bir Yunan Adasında tanıştığı gizemli bir Büyücü bunun tek çaresinin bu hastalığı başka insanlara bulaştırmak olduğunu söylemiş ve eklemiş; 'İçindeki bu duygu tek bir bedende barınamayacak kadar büyük. Yalnızlığını paylaşmalısın.' Büyücü'nün adadaki bitkilerden hazırladığı ilacı içen Olric o günden sonra insanların zihinlerine girip onlarla konuşabilmeyi öğrenmiş.

Yolculuk boyunca gördüğü acı olayları, insanlığın kaderini ve Büyücü'nün öğretilerini insanlara usulca fısıldamış. Fakat herkesin onun kaderini yaşamasını isteyen Olric onlara yalan söyleyip 'yalnızlığın paylaşılamayacağını' öğütlemiş. Bu sese kimisi hiçkulak vermemiş, kimisi ise bu sesin ışığında Özben'liğini arar olmuş.

--- Yalnız SON ---

October 4, 2010

Kaybolduk

Kaybolduk.

Uzun süre önce geldik buraya. Kaç yıl (yıl oldu mu?) kaç ay geçti bilmiyoruz. Fakat bunu hatırlamamak bizim suçumuz değil. Tek zaman ölçü birimi yarın olan bir yerde şimdinin bir önemi kalmıyor ve hayat ne zaman geleceği belli olmayan bir yarında düğümleniyor.

Buraya ilk geldiğimizde her zaman yaptığımız gibi günleri bir bir sayıp ilk haftamızı ve ilk ayımızı dört duvar arasında kutladık. Umutluyduk. Fakat sonra her şey değişti. Bu değişim o kadar yavaş oldu ki biz farkında olmadan geçmişini unutan başkalarına evrilmeye başladık. Artık kutlama yapmak için yarını bekliyoruz.

Bizi yüksek tavanlı duvarları açık kahverengiye boyanmış bir eve yerleştirdiler. Aydınlık bir evimiz olsun tüm perdeleri açmamız yetmedi. Dışarının tek hakimi olan güneş bizim eve girmemekte direniyordu. Biz de evdeki tüm ışıkları açarak suni bir aydınlığa gömüldük.

Fakat bu uzun sürmedi. Işıklar gizemli bir şekilde sırayla sönmeye başladı. Dar koridorda yürürken üstümüze cam parçaları düşmeye başladığında gerçeği anlamaya başladık; tavandaki ışıklar yerine yenisini koyamayacağımız kadar yüksekteydi.

Yavaş yavaş karanlığa sürüklenirken dışarıda sesimizi duyabilecek birileri belki hala vardır diye yardım istedik. Pencereyi açıp avazımız çıktığı kadar bağırdık günlerce. Bir zaman sonra çok uzaklardan bir ses geldi. Yardım eli uzatmak isteyen birileri adresimizi soruyordu. Doğru ya... Adresimiz neydi bizim? O gün anladık ki biz kayıbız. Çünkü ancak kaybolanların adresi yoktur.

Burada bir adresimiz bile olmadığını o sese anlatamazdık. O sese sessiz kaldık.

Pencereleri kapatıp içimize kapandık. O günden sonra evimizin loş bir köşesinde usul usul bir şeyler yazmaya karar verdik; göndereni olmayan bir mektup veya kayıp bir hikaye belki de.

August 29, 2010

Batı - Doğu

Tamı tamına beş gün kalmışken bir Türk olmanın makus kaderini yaşıyoruz; hedef Batı diye günlerdir plan yapıp kriterlerine uymaya çalışırken Doğu usul usul çağırmaya başladı bizi. Batı modern topraklarda güneşbatımını vadederken Doğu anaç doğasıyla tüm birikimini bize açmış 'Ne olursanız olun, gelin!' diyor.

August 28, 2010

O Zamanlar..

O zamanlar bilgisayar yoktu.*

Biz Almanya'dan dayımın getirdiği zamanına göre gayet oval hatlara sahip -siyah ön kısmı hariç- beyaz rengin hakim olduğu çift kaset çalarlı teybin başında radyo kanalları arasında zapping yaparak babamın bekarlık döneminden kalma arabesk kasetlerinin üstüne sevdiğimiz şarkıları kayıt ederek sosyalliğin dibine vururduk. Sabır ve disiplin gerektiren bu iş radyo sunucularının şarkının ortasında yorum yapma ve kanalın 'jingle'ını çalma gereksinimleri nedeniyle daha da zorlaşırdı. Bunun yanında kasetin A yüzünün son şarkısının listedeki şarkılardan geriye kalan zamana sıkışması zorunluluğu da eklenince geniş bir müzik bilgisinin zaruriyetini idrak etmiş, şarkıların uzunluklarını Casio kol saatimizin kronometresi ile kaydetmeye başlamıştık. O güne kadar kronometrenin salisesini 99'da durdurabilecek kadar zamana hakim olan biz istediğimiz şarkı gelene kadar radyonun başında zamanı unuturduk.

'Benimle oynama' parçasını dilimize düşüren Burak Kut, büyük Kemalist Çelik, arabası olan Mustafa Sandal ve o zamanlar Burak Kut'un gölgesinde kalan Tarkan karışık kasetlerimizde yer bulmuş şarkıcılardan aklımızda kalanlar.

O zamanlar Feysbuk yoktu.

Böyle geniş bir müzik yelpazemizin olduğunu göstermek için arkadaşlara link yollamak yerine, yoldan geçenlere teybin sesini sonuna kadar açıp repertuvarımızı dinletirdik.

O zamanlar internetten şarkı indirmek yoktu.

Üniversiteye başlayıp çeşitli burslar sayesinde cebimize biraz para girmeye başlayınca Dost Kitapevi'nin yolunu tutup müzik kasetlerine bir bir dokunarak hangi kaseti alacağımıza karar vermeye çalışırdık. Bu dönemde alınan kasetlerin kimisini dinlerken burun kıvırdık kimisini de pil bitip de walkman'den acayip sesler gelene kadar dinlerdik. Fakat inadına dinlerdik. Kutsal bilgi kaynağı'ndan aklımızda kalan bir kaç bilgi kırıntısı ile alınan Katatonia'nın ön ve arka yüzünde toplam sadece altı şarkı olan Brave Murder Day albümünü dinlerkenki hayal kırıklığı ve Nekropsi'nin Mi Kubbesi'nin enstrümental olduğunu kasetin ancak sonuna geldiğinde anlamamıza rağmen uzun süre walkmanize arkadaşlık etmesi bu döneme tekabül eder.

O zamanlar imdb yoktu.

Kızılay'da Eylül Pasajında güvendiğimiz bir vcd satıcısının 'bu filmi beğendiyseniz bunları muhakkak izlemelisiniz!' telkiniyle kiraladığımız VCD'leri Maltepe Pazarından ucuz yollu aldığımız vcd çalara takıp heyecanla izlerdik.

Günler geçti devir değişti, ortadan bir anda kaybolan Almanyalı teybin yerine aldığımız YUMATU bozulunca çöpe attık. Walkman'den daha fiyakalı ve daha küçük mp3 çalarımıza internetten indirdiğimiz ve hangi albüme dahi ait olduğunu bilmediğimiz binlerce şarkıyı yarısına bile gelmeden 'next song' deme lüksüne sahip olduk. VCD çaları eski evde emekliye ayırdık. Tam teçhizatlı bilgisayarımızda izlemeye dahi erindiğimiz yüzlerce film bir 'delete' tuşu ile silinmeyi bekliyor. imdb top100 ve daha niceleri varken hangi filmi izlesem diye vcd'ci abiyi görmemize hiç gerek yok. (Zaten kendisi artık vcd satmıyor/kiralamıyor.)

O zamanlar bunların hiçbiri yoktu.

Madem öyle..

Madem o zamanlar hiç bir şey! yoktu..

Biz neden hala geçmişten gülümseyerek bahsedebiliyoruz?

---
* O zamanlar Olric yoktu... Oğuz Atay - Tutunamayanlar..

August 26, 2010

Tavan Arası



Eski defterleri karıştırırken buldum bu şiiri. Neden yazdığımı hatırlamıyorum. Hani hemen herkesin bir şairlik dönemi vardır sevdiği bir şairi örnek alıp onun gibi mısralar yazdığı; ben de bir dönem aynen bu tarzda uyaklı mısralardan oluşan ve şu an bir çoğunun nerede dahi olduğunu bilmediğim dörtlükler yazmıştım. Elimde kalan bu son şiiri arşivlik olarak kaydediyorum. Ne de olsa tavan arası hatıraları, günlükler ve elle tutulası daha bir çok yazılar yerlerini bloglara, twitlere ve bu gibi sanal notlara bırakıyor. Çorbada benim de tuzum bulunsun!

Not: Şiiri tekrar okurken hatırladım. Bu şiirde esinlediğim şair Necip Fazıl daha sonra yerini Özdemir Asaf ve Sunay Akın'a bırakınca buraya yazamadığım ikinci dönem şiirlerim serbest nazımda yazılmış idi.

August 16, 2010

Bir Gezi Öncesi Güncesi

Üç hafta kalmış. Halbuki üç aydır kim bilir belki de üç senedir hayalini kurduğumuz bir tatil. Neresi olduğu da bir vakit sonra önemsizleşiyor aslında. Geçen sene San Diego, üç ay önce Tayland derken şartlar bir şekilde bizim rotamızı Balkanlara çevirdi. Saraybosna'dan Zagreb'e dokuz günlük yolculuk, biraz cevapi böreği biraz deniz ürünleri tatma merakı, adalar arası vapur turları, tarihi Mostar Köprüsü ve küçük sahil kasabaları. 7.2 kun = 1 euro. Trovig, Split, Makarska ve tabiki Dubrovnik. Taj Mahal restoranı adına kanmayın; hakiki Boşnak restoranı. Spagetti yemek için Mea Culpa. Elimizde su şişesi –su çok pahalı!- ve kameralarla taş kaldırımlarda yürümek. Ve yine yürümek. Bir kahve arası vermek -sudan ucuz-

En lezizi de gün batımı olsa gerek. Gerçi 'en'lere karar vermek için erken. Onu dönüşte yapalım. Ben internetten Hırvat yazarları araştırırken O hala hangi fotoğraf makinelerini ve lensleri getirmesi gerektiğine karar veremedi. Liste her gün değişiyor. Son durumu sabırla bekliyorum. Bunu boşverelim; konumuz Hırvat yazarları. Okumayı geçin bildiğim tek bir Hırvat yazar yok. Amazon'da ilk karşıma çıkan ve çok da hoşuma giden bir kadın yazar; Slavenka Drakulic. Café Europa adlı kitabını gözüme kestirip doğruca İdefix'e koşuyorum. Malesef bu yazar henüz bizim memlekete kadar ulaşamamış. Artık tek ümidim Dubrovnik'teki kitapçılar. Yolculuğun Bosna kısmı için kitap araştırmaları devam ediyor.

July 23, 2010

Mutluluk..

Hayatta insanın karşılaştığı en büyük zorluk huzurlu olduğunu bildiği şekilde yaşaması ile insanlar tarafından beğenilmesi için olması gerektiğini düşündüğü şekilde yaşaması arasındaki uçurumun farkında olmasıdır. Bir çok insan hayatı boyunca beğenilmek için yaşar ve bunun mutluluk için tek çıkar yol olduğu hissine kapılır. Kendisini çok önceden unutmuş olan bir insan herkes gibi yaşamaya, herkesin beğendiğini beğenmeye başladığında geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir bile.

June 23, 2010

Işık




Işıklı bir yolda gözlerim kamaştıkça bu fotoğraf aklıma gelir, bilmem ki nedendir..

June 9, 2010

Tae Guk Gi

38. paralelde 1950-1 de meydana gelen gelgit olayinda (Cin ile Amerika arasinda gidip gelen bir savas) birbirinden ayirt etmesi olanaksiz cekik gozlu binlerce insan Komunist-antikomunist olarak ikiye ayrilir. Bu insanlarin cogunlugu belki bu kelimenin anlamini dahi bilmeden aylarca davalari ugruna carpisir. Savasin kotu ve anlamsiz oldugunu herkes soyluyor da bunun acisini cekebilmek icin -sanirim- gercekten yasamak veya boylesine gercekci bir filmi izlemek gerekiyor.