Pages

Search This Blog

March 29, 2011

T R

Sevgili okur! Bu defter aslında sadece iki kelimeden ibarettir.

Bu satırları okuduğun için, bu hikayenin (hikaye mi gerçekten?) bir başı ve sonu olmadığını bilmek hakkındır. Bu söylediklerim size abartı gelebilir. Yazıyı ilginç hale getirmek için böyle yazdığımı düşünebilirsiniz. Ya da biraz daha iyimser birisi iseniz bu hikayenin ‘sevgili okur’ hitabı ile başladığını düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Benim hatırladığım, her şeyin bir boşlukta başlayıp yine aynı şekilde bittiği. İstediğiniz yerden okumaya başlayıp istediğiniz yerden bitirebilirsiniz. Kum kitabı gibi bu hikayenin de bir çok başlangıcı ve sonu olduğunu da düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Ben sadece hatırladıklarımı anlatacağım.

Beyaz bir odada uyandım. Tavanda boylu boyunca uzanan florasan lambalar fazlasıyla rahatsız edici. Gözlerimi kısıyorum. Yakın geçmişe veya çok uzak geçmişe gidebilmek için hafızamı zorluyorum. Nafile! Sayfaları bomboş beyaz bir defter gibi olan geçmişime karakalem ile anlamını bilmediğim (bir rüyadan arta kalan) sadece iki kelime yazılmış. Bu iki kelimeyi fısıldarken tekrar uykuya dalıyorum.

Uyuyorum.

Gözlerimi açmaya korkuyorum. Karanlık ilk defa bu kadar huzur veriyor. Gözlerimi açtığımda yeniden beyaza boğulmaya korkuyorum.

Bu cümlelerden başka çiziği olmayan boş levha gibiyim.

Tavandaki beyaz ışık sanki tüm gücümü emiyor. Yorgun hissediyorum. Düşüncelerimi toparlayıp asıl soruna odaklanamıyorum. Bir türlü neden sorusunu soramıyorum.

İsmimi bile hatırlamıyorum. Tabi eğer var ise.

Belki de aydınlanmak için tek gereken ışıkların sönmesi.

Bir insan aynı rüyayı iki defa görüyorsa ya kendinden kaçıyordur ya da kendisini hatırlamaya çalışıyordur. Ne yazık ki ben ilkini başardım, ikincisinin ise daha başındayım.

Sanki bu kelimeleri yazan ben değilim; yazmam gerektiği kadar yazıp, bitmesi gerektiği yerde ister istemez noktayı koyup defteri kapatıyorum.

Her uyandığımda yaptığım ilk şey, yanı başımda bekleyen boş sayfalardan herhangi birisine uykumda öğrendiklerimi büyük bir ciddiyetle yazmak.

Şimdi tek sahip olduğum bu beyaz defter gibi karalanmayı bekliyorum. İyi şeyler yazmaya çalışsam da bu defter en nihayetinde siyaha bulanmış oluyor. Belki siyah o kadar kötü, beyaz da o kadar iyi değildir. Bunun cevabı kapının hemen arkasında olabilir. Bir kapı olduğuna göre bir çıkış da olmalı muhakkak. Belki şu an zaten aradığım çıkıştayım. Bilmiyorum. Gözlerimi ovuşturuyorum. Ne kadar zamandır uyuduğumu veya buraya nasıl geldiğimi bilmesem de merak etmiyorum. Benim şu an tek istediğim bu odadan çıkmak. Çünkü biliyorum ki, buradan bir çıkabilsem dışarıda bulacağım ilk şey hafızam olacak.

Tüm bunlar belki de bir bulmaca. Her bulmaca gibi buna da istediğin yerden başlayabilirsin ama çözümü bulmak için tüm cevapları sırasıyla yerine koyman gerekir. Halbuki ben ne bir soru bulabildim ne de cevap.

Karanlık bir odada ayakta dikiliyorum. Bekliyorum. Ama birisini değil. Ateş böceğine benzeyen ışık topları bana yaklaşırken neyi beklediğimi anlıyorum. Etrafımda bir düzen içerisinde dönmeye başlıyorlar. Bazıları biraz uzakta, bazıları ise yanıma kadar sokulmuş. Mesafelerini hiç bozmadan etrafımda dönüyorlar. Çok geçmeden her birisinin aslında birer kelime olduğunu anlıyorum. Sadece en yakınımdaki iki kelimeyi okuyabiliyorum... Uyanıyorum. Odada tek kişilik bir yatak ve hemen yanında ufak kare bir masa var. Üstümdeki elbiseler ve masanın üstündeki defter dahil her şey beyaz. Defterin kapağına beyaz kabartma harflerle rüyamda gördüğüm ve anlamını bilmediğim o iki kelime kazınmış.

Hayat, boşluklarının dolmasını bekleyen bulmacadır.

Belki siz bu boşluğa anlamlı bir nokta koyarsınız.

Kendime ait hiç bir şey hatırlamamak belki de en iyisi. Belli ki çok matah şeyler yapmamışım geçmişte. Belli ki ben kötü bir insandım. Bir çok pişmanlık sonrası her şeyi unutup yeni bir başlangıç yapabilmek için kim bilir kaç defa derin uykuya dalmışım. İyi ya, bunu en sonunda başarmışım. İnsan hatırlamadığı şeylerden sorumlu tutulamaz. O halde ben herkes kadar masumum. Benim tek günahım bu defterdeki çizikler. Ben bu beyaz defter kadar suçluyum.

March 26, 2011

Eve Çıkmak

Bir süredir ufak bir daire kiralayıp tek başıma yaşama hayalim vardı. Ne yalan söyleyeyim, evi başkalarıyla paylaşmaktan sıkılmıştım. Kimseye merhaba dahi demek istemediğim günlerin hemen ertesi oluşan soğuk havayı yumuşatmak için takındığım fazla güler yüzlü sahte tavırdan hem bunalmış hem de iğrenmeye başlamıştım. Birisi yalnız kalmak istiyorsa bunun sebebi illa ki depresyonda olması değildir desem de dinletemedim. Benim çevreme göre yalnızlık korkutucu bir hastalıktır. Tanıdıklarım bu hastalığa bulaşmamak için -hiç istemedikleri bir ortama girmek pahasına da olsa- ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben bunu yapamadığım için kimisi farklı birisi olduğumu söyledi kimileri ise bana acıklı gözlerle bakıp sahte ilgi sözleri sarfettiler. Bu farklılığın farkındalığı yalnızlık tutkumu daha da perçinledi. Daha az konuşmaya ve evde daha çok vakit geçirmeye başladım. Nedense çevremdekilerin benim hakkımda her geçen gün daha az şey bilmelerine rağmen daha çok söz sahibi olduklarını hissedip yakalandığım bu amansız hastalık için çözümler üretmeye çalıştılar. Ev arkadaşım kız arkadaşı bulmam konusunda ısrar ediyor, diğer arkadaşlarımın da desteğiyle tanıdıkları kızları benimle tanıştırmak için sıraya giriyorlardı. Bu durumdan kurtulmamın tek yolu yeni bir eve taşınmaktı.

Şehrin -yeni açılan alışveriş merkezi nedeniyle- gelişmeye başlamış bir semtine taşındım. Eski kaldığım yere epey uzak. Eski (ne zaman eski oldular?) arkadaşlarımın çat kapı gelemeyecekleri bir yer. Taşındığım hemen o hafta telefonu da açmamaya karar verdim. Üstümden büyük bir yük kalkmış gibi evin badana kokulu boş odalarında volta atıyordum gün boyu. Her gün yeni yapılacaklar listesi çıkarıyor, gün bitmeden bir çoğunu listeden çıkarıp yenilerini ekliyordum. Açıkçası huzurluydum fakat ne yapacağımı bilmiyordum. İster istemez arkdaşlarımın benim hayatımı yönlendirmesine izin vermiştim ve bu yüzden temeli bozuk bir bina gibi bir ileri bir geri sallanıyordum...

March 4, 2011

İlkistan

Öncesi:

Bir şubat sabahı erken saatlerde uyandım. Güneş ışığı kalın perdenin kıvrımlarından bir aralık bulup yüzüme vuruyordu. Ne zaman ve nasıl uyuduğumu hatırlamıyordum. Üstümdeki pantolon ve yanı başımdaki kaset çalar dün geceyi hatırlamaya yetmedi. Uykudayken birileri zihnimi silmiş olmalı. El yordamıyla etrafta başka ipucu arayışlarım boşa çıkınca zihnimi zorlamaya başladım. Ne yapsam boşuna. Uzun zaman önce yaşanmış önemsiz detaylar sıra sıra gözümün önünden geçse de dün geceye ait tek bir anı bulamadım. Sert bir süngerle kaplı tahta divan üstünde sırtım duvara yaslı bağdaş kurmuşken aradığım hafıza kırıntısını çekip alabilmek için gözlerimi kapamam da fayda etmedi. Dün gece yaşanmamış kapkara bir boşluk. O boşluktan bir an kırmızı bir kitap geçiyor. Arka kapağında yazarın siyah beyaz fotoğrafının yer aldığı kısa öykülerden oluşan kırmızı bir kitap. Raslantılar üzerine kurulu bir aşk masalı. Gözlerim avuç içlerimle ovuşturup bu masaldan çıkıp odaya geri döndüm. Elimle yastığı kaldırıp göz attım. Kitap orada değilse nerede olabilir ki? Divandan düşmüş olduğuna kanaat getirdiğim sırada aslında benim dün gece o kitabı hiç okumamış olduğumu farkettim. O hikayeyi ben günler önce körüklü bir halk otobüsünün arka koltuklarından birisinde okumuştum. Rastlantı bu ya; o aşk masalı da bir otobüste başlıyordu ...devamı...

March 3, 2011

Rüya

Gecenin gündüze çok yakın bir vaktinde önümdeki makalelere anlamsızca baktığım sırada,uyuma isteğini önlemek için gözlerimi ovuşturmak ve kafamı sağa sola hızlı bir şekilde sallamanın dışında farklı yöntemler bulmam gerektiğinin farkına vardım. Göz kapaklarım ağırlaştıkça zamanımın azaldığının farkına varıyordum. Ve o anda, yeni bir şeyler üretmem gereken hayatımın o önemli zaman diliminde, ben sadece vaktimin iyice azaldığını düşünebiliyordum. Yine her zaman olduğu gibi -daha sonra pişmanlık duyacağımı bilmeden- huzurlu bir şekilde pes edip başımı masaya yavaşça bıraktım…


Bu sefer, çok da yabancısı olmadığım bir labaratuvarda elimde bir deney tüpüyle yürüyorum. İçinde kırmızı bir çözelti bulunan tüpü elimle kavrar şekilde labın diğer ucuna doğru ilerliyorum. Biraz ötede karşıma çıkıveren makineyi kullanacağımı anlıyorum, belki de hatırlıyorum. Makinenin kapağını açıp tüpü içeriye yerleştirirken anlıyorum ki; ne yaptığımı biliyorum. Tereddütsüz ve seri hareketlerle tüpü yerine yerleştiriyor, kapağı kapatıyor, sağ yandaki düğmeyi bir el hareketiyle bulup basıyor ve arkama bir kez dahi bakmadan labdan çıkıyorum. Anlıyorum ki buraya ilk gelişim değil. Anlıyorum ki bu rüyayı ilk defa görmüyorum.