Pages

Search This Blog

November 25, 2011

Anılar

Havaların serinlemesiyle şehir ahalisinin çocuklarını da yanına alarak ellerinde sandalye, termos ve sepetlerle akın etmesiyle renkli bir curcunaya dönen deniz kıyısına bakan parkta, bir palmiye ağacının dibinde sandalyelerimize kurulup kitap sayfalarının arasına karışmaya çalışırken arkamızda top oynayan çocukların heyecanlı seslerini duyduğumda artık ‘Kara Kitap’ın mesken edindiği envai çeşit hediyelik eşyanın ve bez bebeklerin tıkış tıkış raflara doldurulduğu Alaaddin’in dükkanından çıkıp hafızamın tam zamanını hatırlamama elvermediği eskimiş anılardan birisine; tüm köy halkının kırmızı renkli bir kamyonun kasasına doluşup ufak çocuklarını ellerini bırakmamaları için sıkıca tenbihleyen annelerin ve rüzgarın tadını çıkarmak için kalabalığı yarıp şoför koltuğunun hemen üstüne tekabül eden kasanın en önündeki yerleri ele geçirmeye çalışan ergenliğine girmelerine az kalmış uyanık erkek çocukların arasında yokuş yukarı süren yolculuk sonrası motor sesinin kesilmesiyle önce topu sonra kendilerini yeşil alana doğru atan çocuklarla birlikte oynadığım futbol maçının sonrasında kamyona binmek yerine ormanın içinden bizi evimize çıkaracağına muhakkak surette emin olduğumuz yoldan bazı bazı domuz sesini taklit ederek arkadaşlarını korkutmaya çalışan ve aslında en çok da kendisi korkan sürekli gülümseyen arkadaşımın hemen arkasında yokuş aşağı düşe kalka ilerlerken ayaklarımızın altında ezilen kurumuş yaprakların hışırtı seslerinin melodisiyle başlayan belli belirsiz bir hatıraya doğru sakince adım attım. Elimdeki kitabın sayfalarını gelişigüzel çevirirken, -her şeyi berbat edeceğimi bile bile- tüm detaylarını bulup çıkarmak ve bir daha unutmamak için hafızamı yokladığımda o anın büyülü dünyasından çıkıp kapkara bir odanın içinde buldum kendimi.
...
Anılar sen ona yaklaşmak istedikçe kaçan ve hiç beklemediğin bir anda seni geçmişinle yüzleştirmeye davet eden sinsi bir arkadaştır.
...
Anılar, sana senin istediğin kadar değil seni rahatsız etmeye yetecek kadar ipucu bırakıp mekanı terkeden oyun oynamaya düşkün kurnaz bir katildir.
...
Seni karanlık bir odaya hapsedip seninle eğlenmeye çalışan mahallenin şımarık çocuğudur. Bir şekilde o odadan dışarı çıksan da arkanda bıraktığını sandığın ve ne olduğunu anlamlandıramadığın kapkara bir yoğunluğun aslında içinde bir yerlerde yeşermeye başlayıp ancak yıllar sonra söküp atamayacağın kadar derinlere kök saldığında anlarsın.
...
Anılar anlam kazandığı zaman anlamını yitiren esrarlı bir kara kitaptır.

September 17, 2011

Niye Yazıyorum?

Merhaba ben FK.
Lütfen ismimi burada belirtmediğim için kusura bakmayın.
Sahte bir isimle sizi kandırmaya çalışmaktansa benim ismimin aslında bu hikayede çok da önemli olmadığı gerçeğini size anlatma gayreti içinde bulunmayı tercih ederim.
İsterim ki bu hikayede hiç bir yalana, hiç bir abartıya yer olmadığı bilinsin. Her şey, tüm yaşananlar ve en önemlisi, tüm yaşanamayanlar size birinci ağızdan olduğu gibi aktarılacaktadır.
Tek şahidim hafızamdır.
Hafızam bazen beni olayların kronolojik sırası hususunda yanıltsa da onun gerçekle hayali ayırt etmedeki hassasiyetine inancım sonsuz.
Mesela ilk defa birisine aşık olduğumu hissettiğim gün üzerimdeki elbiseleri ve otobüsle eve giderken radyoda dinlediğim şarkıları daha bugün yaşamış gibi hatırlarken hikaye yazmak için kalemi elime aldığım o yağmurlu Pazar gününün daha önce mi sonra mı olduğunu bilemiyorum.
Hafızam tarihleri not düşülmemiş bir yığın kısa film arşivi gibi önümde duruyor.
Peki tüm bunları niye başkasının bilmesi gerekiyor? Uzun süredir bu soruya cevap bulamadığım için yazmaktan kendimi alıkoyuyordum. Fakat anladım ki, bu soru yazdıklarımı sizinle paylaşmadan cevap bulamayacağım bir kısır döngü.
Bugün bu soruya cevap bulmak için yazmaya başlıyorum, ve bu sorunun cevabını bulduğumda yazmayı bırakacağımı biliyorum.
Biliyorum ki, kafasındaki tüm soru işaretleri silmiş birisi başkalarına derdini anlatma derdinde olmaz. Olsa olsa benim gibi kafası karışık insanların yazdıklarına sessizce gülümser.
Belki bir gün bu yazıyı böyle birisi alaylı bakışlarla okur. Belki de bu yazıyı hiç kimse okumaz. Ve ben tüylerimi ürperten bu iki korkunç ihtimalden başka bu yazıya daha güzel bir son bulamıyorum.
Belki de ‘son’unu getirmek istemiyorum. Kim bilir?

August 29, 2011

Anlamlar

Daha en başında anlamalıydım. İzlediğimiz bir animasyon filminde beraber güldüğümüzü sandığımız bir sahnede aslında farklı detayların bizi çok farklı anılara götürdüğünü birbirimize şaşkın bakışlarla itiraf ettiğimizde ve gözlerimizi kısarak bu nayif halimize güldüğümüzde veya mütemadiyen takip ettiğin bir yemek sitesinde bulduğun bir tarif için hazırladığın alışveriş listesini bana uzattığında benim listedeki her bir malzemeyi sınıfta yoklama alır gibi yükses sesle tane tane okurken akşam ne yapılacağını merak etsem de sabah mahmurluğu nedeniyle bir şekilde doğru kelimeleri bulup zihnimde gün boyu beni meşgul edecek o soruyu soramadan yüzümü dönüp -benim alışveriş yapmayı unutma ihtimalimden ötürü- tedirgin ve 'lütfen unutma!' diye mırıldanan bakışlarını ardımda bırakırken anlamalıydım. Ben anlamalıydım daha geçen sene gittiğimiz bir şehirdeki çiçek bahçesinin yanından ben umarsızca geçerken sen el örgülü çantandan ufak plastik fotoğraf makineni çıkarıp fotoğraflar çekmeye başladığını farkettiğimde gözümdeki siyah beyaz perdeyi indirip usulca yanına yaklaşarak ben de fotoğraf çekmeye başladığımda veya bir gece yarısı ön camı çatlak arabayla her yanı aydınlatılmış yolun orta şeridinde giderken aramızda geçen konuşma esnasında bu şehir insanlarının bu geniş yollara neden sığamadığını iğneleyici bir dille bana anlattığında benim uzun süredir mırıldandığım fakat sözlerini hatırlayamadığım için hep yarıda bırakmak zorunda kaldığım bir şarkıyı hatırlamış gibi sevinip gülümsedikten sonra sana sadece 'aynen öyle' diyebildiğim bir günün hemen ertesi senin de bulunduğun bir ortamda bu tespiti sanki o anda aklıma gelmiş gibi heyecanla yanımdakilerle paylaştığımda bu ufak fikir hırsızlığımı farketmene rağmen gülümseyerek benim mutluluğuma ortak olduğunda. Çok değil daha bir ay önce gittiğimiz bir sahil kasabasında karşı adaya gidecek feribotu beklerken denize karşı okuduğun kitaptan beğendiğin bir cümleyi bana alıntıladığında ve benden karşılık olarak bayağı ve konu dışı bir yorum almanla benim o an zihnimde çok başka dünyalar kurduğumu anlayıp bu kaba vurdumduymazlığımı yüzüme vurmadan sohbeti daha sonra adanın tepesindeki yel değirmenin altında meyveli soda içene kadar ertelediğinde anlamalıydım. Bakışlarından anlamalıydım. Yine bilmediğimiz bir şehrin güneş görmeyen dar sokaklı çarşısında kapılarının önünde muhabbet ederken bizi baştan aşağı süzen ve ‘Kolay gelsin!’ dediğimizde samimiyetle ve sağ ellerindeki yarısı dolu ince belli bardağı havaya kaldırarak mukabale eden esnafların yanından ağır adımlarla geçerken gözümüze çarpan dükkan isimlerinin birisinin üzerinden saçma ama kafiyeli kelimeler türetip en saçmasını kim türetecek diye direnirken bu oyunu başka bir sokağa ertelediğimizde anlamalıydım. Benimle planlar yaparkenki heyecanından anlamalıydım. Sıcak bir yaz günü klima sesi arasında salonda her zamanki yerinde bloglar arasında gezinirken keşfettiğin yeni ülkeyi benimle paylaşmak için arka odaya koşar adım gelirken hep aynı kavisi alamayıp aynı köşeye çarptığında ve buna aldırmadan aynı hızla yanıma kadar gelip gitmek istediğin ülkeyi daha dün gitmiş gibi çocuksu bir heyecanla anlattığında ve ben o günün hemen akşamında eve gelip sen kapıyı açtığında ilk olarak ‘Eee bugün hangi ülkeye gidiyoruz?’ diyerek sana sıkıca sarıldığımda senin bu nükteye aldırmadan bambaşka kıtadaki bambaşka bir ülkeden kısa, hızlı ve yarım cümlelerle bahsettiğinde anlamalıydım beni karşılıksız sevdiğini. Seneler boyu sevginden kaynaklı emeğinin izlerini taşıyan ekmek kırıntısı gibi yol üstüne bıraktığın ufak detaylardan, gözlerimin içine derinlerde kaybettiğin değerli bir hatıranı ararmış gibi bakmandan ve gülünmeyecek esprilerime dahi göstermelik değil de ‘Seninle burada olmaktan mutluyum.’ diye karşılık veren gülümsemelerinden ve insanların arasında yaptığım en ufak kusuru dahi hayatının gayesiymiş gibi saklayıp hemen oracıkta bir daha açılmamak üzere yer kürenin en derin mezarına gömdüğünde anlamalıydım beni öylesine karşılıksız sevdiğini. Çok önceleri Kızılay’ın en işlek sokağında insanlar aramızdan geçerken seni daha ilk gördüğümde anlamalıydım. Orada sıra sıra dizilmiş Mısır dansçılarının kıvrak figürleriyle bezenmiş gök mavisi penyenle elimi sıktığında ben saçlarını ören renkli boncuklara takılıp onların kaç tane olduğuna dair kafa yorarken anlamalıydım. Ekşi sözlük’ten bulup çıkardığımız bir grubun izini Konya’daki Alaaddin Tepesi’ne bakan tek gözlü ufak bir odaya sıkışmış bir kasetçide ararken elimiz boş eve dönmemize üzüldüğümde senin beni teselli etmek için bu grubun her yerde bulunmamasının bir anlamda iyi olduğunu, onu bulduğumuzda dünyada ona sahip olan sayılı insanlardan olacağımızı bana ciddi bir ses tonuyla anlattığında anlamalıydım. Yüzaltmış karaktere sığdırmaya çalıştığın kocaman düşüncelerini sesli harflerden yoksun bana yolladığında anlamalıydım. Üniversitenin ortasına kurulmuş kimya bölümünden yukarı doğru çıkan yolun son bulduğu yerde ikamet eden yurt odasına giderken sana mektup yazmaya karar verdiğim bir gün senden zarfına bile ufak şiirler yazılmış bol sesli harfli bir mektup aldığımda anlamalıydım. Anlamıydım o neşeli mektupları okudukça yazdığım şiirleri sana yolladığımda beni hep daha fazlası için teşvik ettiğinde. Biliyorum çok önceleri anlamalıydım sevginin aslında ufak detaylarda saklı olduğunu. Artık anladım. Daha fazla anlamak ve taşların altına gizlenmiş hatıraları gün yüzüne çıkarmak için bu mektubu bir gece yarısı sen yan odada uyurken usulca yazmaya başladım. Artık anladım ve anladıkça yazdım, yazdıkça anladım... Bu yüzden bu mektubu burada böylesine yarım bıraktım...

August 5, 2011

Neden Kitap?

Adını koyamadığım duygular etrafımı sardığında kendimi kitap okumaya veriyorum. Sanıyorum ki ancak bir kitapta bulabilirim bu duyguların tarifini. Belki öyküde geçen ufak bir kelime zihnimde kilitli kalmış bir odanın kapısını açarak bu bunalıma son verecek. Fakat öyle olmuyor. Bu sorulara cevap verebilmek bir yana bu soruları dahi sorabileceğim kimseyi tanımadığım için kitaplardaki dünya daha gerçekçi, öyküde yaşayan kişiler daha bir somutlaşarak benimle sohbet etmeye başlıyor. Çoğu zaman bu sohbetlerin sonunda bu sorular yine cevapsız kalıyor. Çünkü onlar benim dünyama girmektense beni kendi dünyalarına davet edip kendi dertlerine ortak ediyorlar. Anlıyorum ki, ben kendi çıkmazlarımdan ancak başkalarının dertlerine şahit olduğumda kurtulabiliyorum.

March 29, 2011

T R

Sevgili okur! Bu defter aslında sadece iki kelimeden ibarettir.

Bu satırları okuduğun için, bu hikayenin (hikaye mi gerçekten?) bir başı ve sonu olmadığını bilmek hakkındır. Bu söylediklerim size abartı gelebilir. Yazıyı ilginç hale getirmek için böyle yazdığımı düşünebilirsiniz. Ya da biraz daha iyimser birisi iseniz bu hikayenin ‘sevgili okur’ hitabı ile başladığını düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Benim hatırladığım, her şeyin bir boşlukta başlayıp yine aynı şekilde bittiği. İstediğiniz yerden okumaya başlayıp istediğiniz yerden bitirebilirsiniz. Kum kitabı gibi bu hikayenin de bir çok başlangıcı ve sonu olduğunu da düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Ben sadece hatırladıklarımı anlatacağım.

Beyaz bir odada uyandım. Tavanda boylu boyunca uzanan florasan lambalar fazlasıyla rahatsız edici. Gözlerimi kısıyorum. Yakın geçmişe veya çok uzak geçmişe gidebilmek için hafızamı zorluyorum. Nafile! Sayfaları bomboş beyaz bir defter gibi olan geçmişime karakalem ile anlamını bilmediğim (bir rüyadan arta kalan) sadece iki kelime yazılmış. Bu iki kelimeyi fısıldarken tekrar uykuya dalıyorum.

Uyuyorum.

Gözlerimi açmaya korkuyorum. Karanlık ilk defa bu kadar huzur veriyor. Gözlerimi açtığımda yeniden beyaza boğulmaya korkuyorum.

Bu cümlelerden başka çiziği olmayan boş levha gibiyim.

Tavandaki beyaz ışık sanki tüm gücümü emiyor. Yorgun hissediyorum. Düşüncelerimi toparlayıp asıl soruna odaklanamıyorum. Bir türlü neden sorusunu soramıyorum.

İsmimi bile hatırlamıyorum. Tabi eğer var ise.

Belki de aydınlanmak için tek gereken ışıkların sönmesi.

Bir insan aynı rüyayı iki defa görüyorsa ya kendinden kaçıyordur ya da kendisini hatırlamaya çalışıyordur. Ne yazık ki ben ilkini başardım, ikincisinin ise daha başındayım.

Sanki bu kelimeleri yazan ben değilim; yazmam gerektiği kadar yazıp, bitmesi gerektiği yerde ister istemez noktayı koyup defteri kapatıyorum.

Her uyandığımda yaptığım ilk şey, yanı başımda bekleyen boş sayfalardan herhangi birisine uykumda öğrendiklerimi büyük bir ciddiyetle yazmak.

Şimdi tek sahip olduğum bu beyaz defter gibi karalanmayı bekliyorum. İyi şeyler yazmaya çalışsam da bu defter en nihayetinde siyaha bulanmış oluyor. Belki siyah o kadar kötü, beyaz da o kadar iyi değildir. Bunun cevabı kapının hemen arkasında olabilir. Bir kapı olduğuna göre bir çıkış da olmalı muhakkak. Belki şu an zaten aradığım çıkıştayım. Bilmiyorum. Gözlerimi ovuşturuyorum. Ne kadar zamandır uyuduğumu veya buraya nasıl geldiğimi bilmesem de merak etmiyorum. Benim şu an tek istediğim bu odadan çıkmak. Çünkü biliyorum ki, buradan bir çıkabilsem dışarıda bulacağım ilk şey hafızam olacak.

Tüm bunlar belki de bir bulmaca. Her bulmaca gibi buna da istediğin yerden başlayabilirsin ama çözümü bulmak için tüm cevapları sırasıyla yerine koyman gerekir. Halbuki ben ne bir soru bulabildim ne de cevap.

Karanlık bir odada ayakta dikiliyorum. Bekliyorum. Ama birisini değil. Ateş böceğine benzeyen ışık topları bana yaklaşırken neyi beklediğimi anlıyorum. Etrafımda bir düzen içerisinde dönmeye başlıyorlar. Bazıları biraz uzakta, bazıları ise yanıma kadar sokulmuş. Mesafelerini hiç bozmadan etrafımda dönüyorlar. Çok geçmeden her birisinin aslında birer kelime olduğunu anlıyorum. Sadece en yakınımdaki iki kelimeyi okuyabiliyorum... Uyanıyorum. Odada tek kişilik bir yatak ve hemen yanında ufak kare bir masa var. Üstümdeki elbiseler ve masanın üstündeki defter dahil her şey beyaz. Defterin kapağına beyaz kabartma harflerle rüyamda gördüğüm ve anlamını bilmediğim o iki kelime kazınmış.

Hayat, boşluklarının dolmasını bekleyen bulmacadır.

Belki siz bu boşluğa anlamlı bir nokta koyarsınız.

Kendime ait hiç bir şey hatırlamamak belki de en iyisi. Belli ki çok matah şeyler yapmamışım geçmişte. Belli ki ben kötü bir insandım. Bir çok pişmanlık sonrası her şeyi unutup yeni bir başlangıç yapabilmek için kim bilir kaç defa derin uykuya dalmışım. İyi ya, bunu en sonunda başarmışım. İnsan hatırlamadığı şeylerden sorumlu tutulamaz. O halde ben herkes kadar masumum. Benim tek günahım bu defterdeki çizikler. Ben bu beyaz defter kadar suçluyum.

March 26, 2011

Eve Çıkmak

Bir süredir ufak bir daire kiralayıp tek başıma yaşama hayalim vardı. Ne yalan söyleyeyim, evi başkalarıyla paylaşmaktan sıkılmıştım. Kimseye merhaba dahi demek istemediğim günlerin hemen ertesi oluşan soğuk havayı yumuşatmak için takındığım fazla güler yüzlü sahte tavırdan hem bunalmış hem de iğrenmeye başlamıştım. Birisi yalnız kalmak istiyorsa bunun sebebi illa ki depresyonda olması değildir desem de dinletemedim. Benim çevreme göre yalnızlık korkutucu bir hastalıktır. Tanıdıklarım bu hastalığa bulaşmamak için -hiç istemedikleri bir ortama girmek pahasına da olsa- ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ben bunu yapamadığım için kimisi farklı birisi olduğumu söyledi kimileri ise bana acıklı gözlerle bakıp sahte ilgi sözleri sarfettiler. Bu farklılığın farkındalığı yalnızlık tutkumu daha da perçinledi. Daha az konuşmaya ve evde daha çok vakit geçirmeye başladım. Nedense çevremdekilerin benim hakkımda her geçen gün daha az şey bilmelerine rağmen daha çok söz sahibi olduklarını hissedip yakalandığım bu amansız hastalık için çözümler üretmeye çalıştılar. Ev arkadaşım kız arkadaşı bulmam konusunda ısrar ediyor, diğer arkadaşlarımın da desteğiyle tanıdıkları kızları benimle tanıştırmak için sıraya giriyorlardı. Bu durumdan kurtulmamın tek yolu yeni bir eve taşınmaktı.

Şehrin -yeni açılan alışveriş merkezi nedeniyle- gelişmeye başlamış bir semtine taşındım. Eski kaldığım yere epey uzak. Eski (ne zaman eski oldular?) arkadaşlarımın çat kapı gelemeyecekleri bir yer. Taşındığım hemen o hafta telefonu da açmamaya karar verdim. Üstümden büyük bir yük kalkmış gibi evin badana kokulu boş odalarında volta atıyordum gün boyu. Her gün yeni yapılacaklar listesi çıkarıyor, gün bitmeden bir çoğunu listeden çıkarıp yenilerini ekliyordum. Açıkçası huzurluydum fakat ne yapacağımı bilmiyordum. İster istemez arkdaşlarımın benim hayatımı yönlendirmesine izin vermiştim ve bu yüzden temeli bozuk bir bina gibi bir ileri bir geri sallanıyordum...

March 4, 2011

İlkistan

Öncesi:

Bir şubat sabahı erken saatlerde uyandım. Güneş ışığı kalın perdenin kıvrımlarından bir aralık bulup yüzüme vuruyordu. Ne zaman ve nasıl uyuduğumu hatırlamıyordum. Üstümdeki pantolon ve yanı başımdaki kaset çalar dün geceyi hatırlamaya yetmedi. Uykudayken birileri zihnimi silmiş olmalı. El yordamıyla etrafta başka ipucu arayışlarım boşa çıkınca zihnimi zorlamaya başladım. Ne yapsam boşuna. Uzun zaman önce yaşanmış önemsiz detaylar sıra sıra gözümün önünden geçse de dün geceye ait tek bir anı bulamadım. Sert bir süngerle kaplı tahta divan üstünde sırtım duvara yaslı bağdaş kurmuşken aradığım hafıza kırıntısını çekip alabilmek için gözlerimi kapamam da fayda etmedi. Dün gece yaşanmamış kapkara bir boşluk. O boşluktan bir an kırmızı bir kitap geçiyor. Arka kapağında yazarın siyah beyaz fotoğrafının yer aldığı kısa öykülerden oluşan kırmızı bir kitap. Raslantılar üzerine kurulu bir aşk masalı. Gözlerim avuç içlerimle ovuşturup bu masaldan çıkıp odaya geri döndüm. Elimle yastığı kaldırıp göz attım. Kitap orada değilse nerede olabilir ki? Divandan düşmüş olduğuna kanaat getirdiğim sırada aslında benim dün gece o kitabı hiç okumamış olduğumu farkettim. O hikayeyi ben günler önce körüklü bir halk otobüsünün arka koltuklarından birisinde okumuştum. Rastlantı bu ya; o aşk masalı da bir otobüste başlıyordu ...devamı...

March 3, 2011

Rüya

Gecenin gündüze çok yakın bir vaktinde önümdeki makalelere anlamsızca baktığım sırada,uyuma isteğini önlemek için gözlerimi ovuşturmak ve kafamı sağa sola hızlı bir şekilde sallamanın dışında farklı yöntemler bulmam gerektiğinin farkına vardım. Göz kapaklarım ağırlaştıkça zamanımın azaldığının farkına varıyordum. Ve o anda, yeni bir şeyler üretmem gereken hayatımın o önemli zaman diliminde, ben sadece vaktimin iyice azaldığını düşünebiliyordum. Yine her zaman olduğu gibi -daha sonra pişmanlık duyacağımı bilmeden- huzurlu bir şekilde pes edip başımı masaya yavaşça bıraktım…


Bu sefer, çok da yabancısı olmadığım bir labaratuvarda elimde bir deney tüpüyle yürüyorum. İçinde kırmızı bir çözelti bulunan tüpü elimle kavrar şekilde labın diğer ucuna doğru ilerliyorum. Biraz ötede karşıma çıkıveren makineyi kullanacağımı anlıyorum, belki de hatırlıyorum. Makinenin kapağını açıp tüpü içeriye yerleştirirken anlıyorum ki; ne yaptığımı biliyorum. Tereddütsüz ve seri hareketlerle tüpü yerine yerleştiriyor, kapağı kapatıyor, sağ yandaki düğmeyi bir el hareketiyle bulup basıyor ve arkama bir kez dahi bakmadan labdan çıkıyorum. Anlıyorum ki buraya ilk gelişim değil. Anlıyorum ki bu rüyayı ilk defa görmüyorum.