Pages

Search This Blog

February 9, 2013

Saçma Sorular

Bir gece vakti saçma sorularla zihnimi meşgul ederken yazmaya karar verdim. Çünkü konuşacak kimsem yoktu. Bu yüzden yazmak benim için bir seçenek değil zorunluluktu. Lakin hep yalnız olduğum düşünülmesin. Birlikte oturup küçük sırlarımı paylaştığım arkadaşlarım hep oldu. Fakat onlara hiç bir zaman -yazamasam da- yazmak istediğimi anlatamadım. Korktum. Anlamayacaklarından değildi korkum. Beni anlayıp sorgulamalarından çekindim. Belki sordukları sorularla gerçekten yazmak istemediğimi kendime itiraf edecektim. Bunu bilsem benden geriye ne kalır? Soruyorum size: Sizi diğerlerinden ayırdığını düşündüğünüz bir şeyi kaybetseydiniz veya aslında ona hiç sahip olmadığını bilseydiniz ne hissederdiniz? İşte ben yazamadığım ve bunu anlatamadığım gece yarılarında -yazmak yerine- böyle saçma sorularla boğuşuyorum.

May 25, 2012

Kimyager

Rutubetli bir sonbahar akşamı. İsteksiz adımlarla rüzgara karşı yürüyorum. Ardımda bıraktığım deneyde aklım. Şu fosforlu ligand bağlansa renyum'a, olur da bu sefer ligand pes edip bir kaç Re-P bağı oluştursa fena mı olur? Onca deneyden sonra çok şey mi istiyorum? Sorun çözgende biliyorum. Bu da olmazsa, bir dahakine asetonitril denemeli, o muhakkak yapacaktır bunu. Renyum olsa, molibden de muhakkak olacaktır, biliyorum. Fakat önce şu geceyi atlatmalıyım. Telefondaki ses aklıma geliyor. 'Bu sefer muhakkak gel!' diyor. Duraksıyor bir an, ne diyeceğini biraz düşündükten sonra; 'Gel yoksa' diyor daha sakin bir sesle. Bir duraksama daha. Tehditini ne kadar ileriye götüreceğini bir müddet tarttıktan sonra kararsız bir ses tonuyla 'Yoksa ne olacağını biliyorsun' diyor. Gitmezsem uzun süre peşimi bırakmayacağını biliyorum. Bazen tüm ilgimi ona vermemi istese de onunla bir sorunum yok. Fakat ansızın deney yaparken arkadaşlarıyla labaratuvara gelmesi yok mu! Deney şişelerine saçma adlar takıp gezinmelerine dayanamıyorum. İnsanların anlayamadığı şeyleri küçümseyebilmesi ne kadar da kolay. Bu zevki onlara vermeye niyetim yok. Bunun diyeti bu gece ise buna da razıyım.

Kalabalık bir odaya giriyorum. Çok uzaklardan hatırladığım yüzler kümeler halinde toplaşmışlar. Herkesin göz ucuyla da olsa bana baktığını hissediyorum. Içim sıkılıyor. Belli etmemek için hemen yanımdaki ufak aparatiflerin ve meyve sularının sunulduğu masaya yöneliyorum. Elime plastik tabağı alınca biraz da olsa rahatlıyorum. Birazdan geçecek diyorum kendime. Birazdan burada olur. Belki biraz konuşuruz. Sonra ben deneyi bahane edip giderim. Saatime bakıyorum. Deneyin bitmesine 42 dakika var. Iki bardak meyve suyu için vaktim var. Vişne olsun. Ekşi bastırır bu iç bulantısını. Vişne suyunu doldururken onu farkediyorum. Bana doğru rahat adımlarla geliyor. Onu farkettigimi anlamasın diye usulca dönüyorum onu arkama alacak şekilde. Masadan bir şeyler alıp gider diye umutlanıyorum. Fakat o konuşmaya başlıyor. 'Merhaba' diyor. 'Merhaba' diyorum 'm' harfinde gereğinden fazla durarak. Gülümsemesine zoraki bir gülümsemeyle karşılık veriyorum. Kalbim sıkışıyor her sahte gülümsememde olduğu gibi. Sakin olduğumu göstermek için vişne suyundan bir yudum alıyorum. Ekşi tat vücuduma dağılırken sadece iki meyve suyu kadar sabretmemi telkin ediyorum kendime.
Benim adım Y. diyor. Daha önce de beni gördüğünü fakat tanışma fırsatı bulamadığını mahcup ve meraklı bir yüz ifadesiyle anlatıyor. Memnun oldum diyorum, ben F. Adımı duyunca gülümsemesi bir kat daha artıyor. Bir ismin birini nasıl mutlu edebileceğini anlayamıyorum. Bir yudum vişne suyu daha alıyorum. Kapıya göz atıyorum. Hadi gel artık. Gel ve kurtar beni. Kapı kıpırdamıyor bile. O konuşmaya devam ediyor. Ismimin çok ilginç olduğunu ve ilginç bir hikayesi olduğuna emin olduğunu anlatıyor uzun ve karmaşık cümlelerle. Hangi bölümden olduğumu soruyor. Doğruyu söylemekten başka çarem yok. Tek umudum kimya bölümünden olduğumu öğrenmesiyle hayal kırıklığına uğraması ve sözü 'Sonra görüşürüz'e getirip uzaklaşması. Fakat o herkesin yaptığı gibi yapmıyor. Kimyayı duyunca beni rahatsız eden gülümsemesi daha da artıyor. Daha önce hiç kimyager arkadaşı olmadığını (nereden arkadaşı oluyorsam) hızlı ve heyecanlı cümlelerle uzun uzadıya anlatıyor. O anlatıyor. Ben hala bana nasıl arkadaş diye hitap edebildiğini düşünüyorum. Belki basit bir dil sürçmesi. Belki hemen herkes için kullandığı bayağı bir kelime onun lügatinde. O hala konuşuyor. Ben dinlemiyorum. Dinleyemiyorum. Her cümlesi bir labirent gibi dolambaçlı. Daha başında kayboluyorum cümlelerin. Hem arkadaşlık bu kadar kolay mi? Beni yarın sabah olunca hala hatırlar mı? Kimyager F. diyor tane tane her hecenin üstüne basarak. Istediğinde yavaş konuşabildiğini görüp şaşırıyorum. 'Peki' diyor, 'vişne suyunu neden bu kadar çok seviyorsun?' Bir anda soruyor. Daha önce 'nasılsın' veya 'işler nasıl gidiyor?' diye soranlar olmuştu. Bu tür sorulara karşı hazırlıklıyım. Başkalarının başarıyla kullandığını gözlemlediğim soruya soruyla cevap verme yöntemini kullanarak 'iyilik yaa, sen nasılsın?' diyordum. Bayağı bir ses tonuyla geri iade edilen bu kelime grubu konuşmayı kısa yoldan bitirmek için en basit yoldur. Fakat bu soru farklı. Bu soru büyük bir sorun. Bardağı elimde sıkıca tutuyorum. Kafamda deneyler, atomlar çarpışırken gözlerimi ondan alıp elimdeki vişne suyuna veriyorum. Renyum çözeltisi gibi berrak, koyu kırmızı sıvıya bakıyorum. Cevap orada değil. Cevap bir atomda veya deneyde değil. Tekrar gözlerine bakıyorum. Hala gülümsüyor. Belki de şu an herşeyi unutup itiraf etmeliyim. Bir kere olsun bunu yapıp kendimi salıvermeliyim. Ona anlatmalıyım bir bir yaşadıklarımı. 'Ben' diye başlamalıyım,
'Ben senden farklı değildim. Ben hiç böyle olmak istemedim aslında. Ben de senin gibi yolda yürürken ruhumu hafifleten saçma şeyler düşünür, ufak hayallere yelken açardım. Kimse ile sorunum yoktu. Çünkü ben sadece herhangi bir kimse olmak istiyordum. Daha fazlası değil. Her şey üniversite sınav sonuçları gelince başladı. Tercih listesini doldurmak için bilinçsizce yazdığım bir kimya bölümüne girmeye hak kazanmıştım. Çok sevinmiştim; kimyager olacağıma değil üniversitede okuyacağım için sevinçliydim. Mahalleden arkadaşlarımın alaylı kutlamaları bile bu sevincime engel olmadı. Onlara göre kimyager kendini dünyadan soyutlamış sakar bir insandı. Arkadaşlarım, bir kimyagerin sahip olması gereken tüm özelliklere sahip olduğum konusunda beni ikna ettiler. Bendeki bu cevheri ilk keşfeden olmanın haklı gururu ile hem bana gülüyorlar hem de ortaya çıkmamış özelliklerimi bir bir bana anlatıyorlardı. Pek yakışıklı değildim. Zaten hangi kimyager güzel bir yüze sahipti ki? Kavgadan pek anlamaz, ne denirse kabullenmeyi tercih edecek kadar ağırbaşlı bir insandım. Kimyagerlerin de kavga ettiğini gören olmamıştı. O günlerde giydiğim elbiselerin de farklı olduğunu, normal bir insanın asla tercih etmeyeceğini öğrendim. Bu bile kimyager olmam için başlı başına yeterli bir sebepti. Bir kimyagerin modayı takip etmesi, renk uyumuna dikkat edecek vakit bulabilmesi hiç de makul değildi. Onların haklı eleştirileri doğrultusunda iyi bir kimyager olmaya karar verdim.
Ne olduğunu anlamadan bölümde o dersten bu derse koşturmaya başladım. Üç arkadaşla bir evde yaşıyordum. Onlarla film izlemeyi ve yemek sırasında futbol sohbetleri yapmaktan zevk alıyordum. Fakat bunu onlara bir türlü anlatamadım. Benim gibi bir kimyagerin böyle zevkleri olamazdı. Benden bir filmde oynayan aktörleri değil de periyodik tablodaki elementleri saymamı bekliyorlardı. Onların bu beklentisini boşa çıkarmamak için tüm elementleri atom numarası ile birlikte ezberledim. Haklıydılar. Ben onlar gibi değildim. Her baktığım yerde uçuşan moleküller görmeli, her dokunduğum nesnenin yapısını onların anlayamayacağı şekilde onlara anlatmalıydım. Böylece onlar başkalarına benden bahsedip bir kimyagerin gerçekten de düşünüldüğü gibi farklı birisi olduğunu anlatabilirlerdi. Zamanla kendi istediğim değil onların beklediği gibi yaşamaya başladım. Daha huzursuz ve somurtkan birisi olmaya başladım. Eskisi gibi gülümsemiyor, insanlarla birlikte olmak için bahaneler bulmuyordum. İnsanlar da aynı şekilde benden uzaklaşmaya başladı. Katılmadığım özel gün kutlamaları için beni mazur görüyor, kimyager olmamın doğal sonucu olan dalgınlığımı bana övüyorlardı. Onlara katılmamak elde değildi. Benim böyle basit ve adi insan eğlenceleri için harcayacak zamanım yoktu. Deneylerle, kimyasal denklemlerle kafamı yormalıydım. İnsanların yapmayı cesaret edip çözemediği sorunları ben çözüp onlara daha refah bir yaşam sunmanın yollarını aramalıydım. Çok çalıştım. Bazı geceler uyuyamıyor, okuduğum makaleleri biraz değiştirip yeni makaleler yazmanın yollarını arıyordum. Bu tutku zamanla hemen tüm vaktimi almaya başladı. Öğle aralarında sıklıkla buluştuğum arkadaşlarımla artık görüşmüyor, telefonlarını dahi açmıyordum.
Kısa zamanda işimde başarılı olmaya başladım. Makaleler yazdım. Dört sene içerisinde her biri başka birinin kopyası olan, aynı tekdüzelikte ilerleyen sekiz makale yazdım. Yayın sayım arttıkça, kibirim ve insanlara düşmanlığım arttı. Artık hiç kimseye dayanamıyordum. Birisiyle konuşurken midem bulanıyor, ekşi bir tat kaplıyordu tüm bünyemi. Bu beni rahatsız edecek yerde, bağımlı hale geldim. Bu duygu benim normal insanlarla aramdaki duvardı. Onlardan neden uzak durmamı hatırlatan bir uyarıcıydı. İşte böylece, insanlarla birlikteyken, onlardan sıkılacağımı bildiğim zamanlarda, vişne suyu içmeye başladım.
'
demek istiyorum. Anlamayacağını bilsem de anlatmak istiyorum. Fakat konuşamıyorum. Korkuyorum. Sessizliğim onu korkutuyor. Gözlerini iyice açıyor. Yüzümde bir ifade arıyor. Bulamıyor. Usulca arkasını dönüp benden uzaklaşıyor. Sessizce kabulleniyorum yalnızlığımı. O sırada omzuma dokunan eli farkediyorum. Bana gülümsüyor. 'Geciktim, kusura bakma!' diyor odadaki insanlara göz atarken. Ona karşılık vermeden odayı terkediyorum. Yalnızlığıma doğru ilerliyorum.

November 25, 2011

Anılar

Havaların serinlemesiyle şehir ahalisinin çocuklarını da yanına alarak ellerinde sandalye, termos ve sepetlerle akın etmesiyle renkli bir curcunaya dönen deniz kıyısına bakan parkta, bir palmiye ağacının dibinde sandalyelerimize kurulup kitap sayfalarının arasına karışmaya çalışırken arkamızda top oynayan çocukların heyecanlı seslerini duyduğumda artık ‘Kara Kitap’ın mesken edindiği envai çeşit hediyelik eşyanın ve bez bebeklerin tıkış tıkış raflara doldurulduğu Alaaddin’in dükkanından çıkıp hafızamın tam zamanını hatırlamama elvermediği eskimiş anılardan birisine; tüm köy halkının kırmızı renkli bir kamyonun kasasına doluşup ufak çocuklarını ellerini bırakmamaları için sıkıca tenbihleyen annelerin ve rüzgarın tadını çıkarmak için kalabalığı yarıp şoför koltuğunun hemen üstüne tekabül eden kasanın en önündeki yerleri ele geçirmeye çalışan ergenliğine girmelerine az kalmış uyanık erkek çocukların arasında yokuş yukarı süren yolculuk sonrası motor sesinin kesilmesiyle önce topu sonra kendilerini yeşil alana doğru atan çocuklarla birlikte oynadığım futbol maçının sonrasında kamyona binmek yerine ormanın içinden bizi evimize çıkaracağına muhakkak surette emin olduğumuz yoldan bazı bazı domuz sesini taklit ederek arkadaşlarını korkutmaya çalışan ve aslında en çok da kendisi korkan sürekli gülümseyen arkadaşımın hemen arkasında yokuş aşağı düşe kalka ilerlerken ayaklarımızın altında ezilen kurumuş yaprakların hışırtı seslerinin melodisiyle başlayan belli belirsiz bir hatıraya doğru sakince adım attım. Elimdeki kitabın sayfalarını gelişigüzel çevirirken, -her şeyi berbat edeceğimi bile bile- tüm detaylarını bulup çıkarmak ve bir daha unutmamak için hafızamı yokladığımda o anın büyülü dünyasından çıkıp kapkara bir odanın içinde buldum kendimi.
...
Anılar sen ona yaklaşmak istedikçe kaçan ve hiç beklemediğin bir anda seni geçmişinle yüzleştirmeye davet eden sinsi bir arkadaştır.
...
Anılar, sana senin istediğin kadar değil seni rahatsız etmeye yetecek kadar ipucu bırakıp mekanı terkeden oyun oynamaya düşkün kurnaz bir katildir.
...
Seni karanlık bir odaya hapsedip seninle eğlenmeye çalışan mahallenin şımarık çocuğudur. Bir şekilde o odadan dışarı çıksan da arkanda bıraktığını sandığın ve ne olduğunu anlamlandıramadığın kapkara bir yoğunluğun aslında içinde bir yerlerde yeşermeye başlayıp ancak yıllar sonra söküp atamayacağın kadar derinlere kök saldığında anlarsın.
...
Anılar anlam kazandığı zaman anlamını yitiren esrarlı bir kara kitaptır.

September 17, 2011

Niye Yazıyorum?

Merhaba ben FK.
Lütfen ismimi burada belirtmediğim için kusura bakmayın.
Sahte bir isimle sizi kandırmaya çalışmaktansa benim ismimin aslında bu hikayede çok da önemli olmadığı gerçeğini size anlatma gayreti içinde bulunmayı tercih ederim.
İsterim ki bu hikayede hiç bir yalana, hiç bir abartıya yer olmadığı bilinsin. Her şey, tüm yaşananlar ve en önemlisi, tüm yaşanamayanlar size birinci ağızdan olduğu gibi aktarılacaktadır.
Tek şahidim hafızamdır.
Hafızam bazen beni olayların kronolojik sırası hususunda yanıltsa da onun gerçekle hayali ayırt etmedeki hassasiyetine inancım sonsuz.
Mesela ilk defa birisine aşık olduğumu hissettiğim gün üzerimdeki elbiseleri ve otobüsle eve giderken radyoda dinlediğim şarkıları daha bugün yaşamış gibi hatırlarken hikaye yazmak için kalemi elime aldığım o yağmurlu Pazar gününün daha önce mi sonra mı olduğunu bilemiyorum.
Hafızam tarihleri not düşülmemiş bir yığın kısa film arşivi gibi önümde duruyor.
Peki tüm bunları niye başkasının bilmesi gerekiyor? Uzun süredir bu soruya cevap bulamadığım için yazmaktan kendimi alıkoyuyordum. Fakat anladım ki, bu soru yazdıklarımı sizinle paylaşmadan cevap bulamayacağım bir kısır döngü.
Bugün bu soruya cevap bulmak için yazmaya başlıyorum, ve bu sorunun cevabını bulduğumda yazmayı bırakacağımı biliyorum.
Biliyorum ki, kafasındaki tüm soru işaretleri silmiş birisi başkalarına derdini anlatma derdinde olmaz. Olsa olsa benim gibi kafası karışık insanların yazdıklarına sessizce gülümser.
Belki bir gün bu yazıyı böyle birisi alaylı bakışlarla okur. Belki de bu yazıyı hiç kimse okumaz. Ve ben tüylerimi ürperten bu iki korkunç ihtimalden başka bu yazıya daha güzel bir son bulamıyorum.
Belki de ‘son’unu getirmek istemiyorum. Kim bilir?

August 29, 2011

Anlamlar

Daha en başında anlamalıydım. İzlediğimiz bir animasyon filminde beraber güldüğümüzü sandığımız bir sahnede aslında farklı detayların bizi çok farklı anılara götürdüğünü birbirimize şaşkın bakışlarla itiraf ettiğimizde ve gözlerimizi kısarak bu nayif halimize güldüğümüzde veya mütemadiyen takip ettiğin bir yemek sitesinde bulduğun bir tarif için hazırladığın alışveriş listesini bana uzattığında benim listedeki her bir malzemeyi sınıfta yoklama alır gibi yükses sesle tane tane okurken akşam ne yapılacağını merak etsem de sabah mahmurluğu nedeniyle bir şekilde doğru kelimeleri bulup zihnimde gün boyu beni meşgul edecek o soruyu soramadan yüzümü dönüp -benim alışveriş yapmayı unutma ihtimalimden ötürü- tedirgin ve 'lütfen unutma!' diye mırıldanan bakışlarını ardımda bırakırken anlamalıydım. Ben anlamalıydım daha geçen sene gittiğimiz bir şehirdeki çiçek bahçesinin yanından ben umarsızca geçerken sen el örgülü çantandan ufak plastik fotoğraf makineni çıkarıp fotoğraflar çekmeye başladığını farkettiğimde gözümdeki siyah beyaz perdeyi indirip usulca yanına yaklaşarak ben de fotoğraf çekmeye başladığımda veya bir gece yarısı ön camı çatlak arabayla her yanı aydınlatılmış yolun orta şeridinde giderken aramızda geçen konuşma esnasında bu şehir insanlarının bu geniş yollara neden sığamadığını iğneleyici bir dille bana anlattığında benim uzun süredir mırıldandığım fakat sözlerini hatırlayamadığım için hep yarıda bırakmak zorunda kaldığım bir şarkıyı hatırlamış gibi sevinip gülümsedikten sonra sana sadece 'aynen öyle' diyebildiğim bir günün hemen ertesi senin de bulunduğun bir ortamda bu tespiti sanki o anda aklıma gelmiş gibi heyecanla yanımdakilerle paylaştığımda bu ufak fikir hırsızlığımı farketmene rağmen gülümseyerek benim mutluluğuma ortak olduğunda. Çok değil daha bir ay önce gittiğimiz bir sahil kasabasında karşı adaya gidecek feribotu beklerken denize karşı okuduğun kitaptan beğendiğin bir cümleyi bana alıntıladığında ve benden karşılık olarak bayağı ve konu dışı bir yorum almanla benim o an zihnimde çok başka dünyalar kurduğumu anlayıp bu kaba vurdumduymazlığımı yüzüme vurmadan sohbeti daha sonra adanın tepesindeki yel değirmenin altında meyveli soda içene kadar ertelediğinde anlamalıydım. Bakışlarından anlamalıydım. Yine bilmediğimiz bir şehrin güneş görmeyen dar sokaklı çarşısında kapılarının önünde muhabbet ederken bizi baştan aşağı süzen ve ‘Kolay gelsin!’ dediğimizde samimiyetle ve sağ ellerindeki yarısı dolu ince belli bardağı havaya kaldırarak mukabale eden esnafların yanından ağır adımlarla geçerken gözümüze çarpan dükkan isimlerinin birisinin üzerinden saçma ama kafiyeli kelimeler türetip en saçmasını kim türetecek diye direnirken bu oyunu başka bir sokağa ertelediğimizde anlamalıydım. Benimle planlar yaparkenki heyecanından anlamalıydım. Sıcak bir yaz günü klima sesi arasında salonda her zamanki yerinde bloglar arasında gezinirken keşfettiğin yeni ülkeyi benimle paylaşmak için arka odaya koşar adım gelirken hep aynı kavisi alamayıp aynı köşeye çarptığında ve buna aldırmadan aynı hızla yanıma kadar gelip gitmek istediğin ülkeyi daha dün gitmiş gibi çocuksu bir heyecanla anlattığında ve ben o günün hemen akşamında eve gelip sen kapıyı açtığında ilk olarak ‘Eee bugün hangi ülkeye gidiyoruz?’ diyerek sana sıkıca sarıldığımda senin bu nükteye aldırmadan bambaşka kıtadaki bambaşka bir ülkeden kısa, hızlı ve yarım cümlelerle bahsettiğinde anlamalıydım beni karşılıksız sevdiğini. Seneler boyu sevginden kaynaklı emeğinin izlerini taşıyan ekmek kırıntısı gibi yol üstüne bıraktığın ufak detaylardan, gözlerimin içine derinlerde kaybettiğin değerli bir hatıranı ararmış gibi bakmandan ve gülünmeyecek esprilerime dahi göstermelik değil de ‘Seninle burada olmaktan mutluyum.’ diye karşılık veren gülümsemelerinden ve insanların arasında yaptığım en ufak kusuru dahi hayatının gayesiymiş gibi saklayıp hemen oracıkta bir daha açılmamak üzere yer kürenin en derin mezarına gömdüğünde anlamalıydım beni öylesine karşılıksız sevdiğini. Çok önceleri Kızılay’ın en işlek sokağında insanlar aramızdan geçerken seni daha ilk gördüğümde anlamalıydım. Orada sıra sıra dizilmiş Mısır dansçılarının kıvrak figürleriyle bezenmiş gök mavisi penyenle elimi sıktığında ben saçlarını ören renkli boncuklara takılıp onların kaç tane olduğuna dair kafa yorarken anlamalıydım. Ekşi sözlük’ten bulup çıkardığımız bir grubun izini Konya’daki Alaaddin Tepesi’ne bakan tek gözlü ufak bir odaya sıkışmış bir kasetçide ararken elimiz boş eve dönmemize üzüldüğümde senin beni teselli etmek için bu grubun her yerde bulunmamasının bir anlamda iyi olduğunu, onu bulduğumuzda dünyada ona sahip olan sayılı insanlardan olacağımızı bana ciddi bir ses tonuyla anlattığında anlamalıydım. Yüzaltmış karaktere sığdırmaya çalıştığın kocaman düşüncelerini sesli harflerden yoksun bana yolladığında anlamalıydım. Üniversitenin ortasına kurulmuş kimya bölümünden yukarı doğru çıkan yolun son bulduğu yerde ikamet eden yurt odasına giderken sana mektup yazmaya karar verdiğim bir gün senden zarfına bile ufak şiirler yazılmış bol sesli harfli bir mektup aldığımda anlamalıydım. Anlamıydım o neşeli mektupları okudukça yazdığım şiirleri sana yolladığımda beni hep daha fazlası için teşvik ettiğinde. Biliyorum çok önceleri anlamalıydım sevginin aslında ufak detaylarda saklı olduğunu. Artık anladım. Daha fazla anlamak ve taşların altına gizlenmiş hatıraları gün yüzüne çıkarmak için bu mektubu bir gece yarısı sen yan odada uyurken usulca yazmaya başladım. Artık anladım ve anladıkça yazdım, yazdıkça anladım... Bu yüzden bu mektubu burada böylesine yarım bıraktım...

August 5, 2011

Neden Kitap?

Adını koyamadığım duygular etrafımı sardığında kendimi kitap okumaya veriyorum. Sanıyorum ki ancak bir kitapta bulabilirim bu duyguların tarifini. Belki öyküde geçen ufak bir kelime zihnimde kilitli kalmış bir odanın kapısını açarak bu bunalıma son verecek. Fakat öyle olmuyor. Bu sorulara cevap verebilmek bir yana bu soruları dahi sorabileceğim kimseyi tanımadığım için kitaplardaki dünya daha gerçekçi, öyküde yaşayan kişiler daha bir somutlaşarak benimle sohbet etmeye başlıyor. Çoğu zaman bu sohbetlerin sonunda bu sorular yine cevapsız kalıyor. Çünkü onlar benim dünyama girmektense beni kendi dünyalarına davet edip kendi dertlerine ortak ediyorlar. Anlıyorum ki, ben kendi çıkmazlarımdan ancak başkalarının dertlerine şahit olduğumda kurtulabiliyorum.

March 29, 2011

T R

Sevgili okur! Bu defter aslında sadece iki kelimeden ibarettir.

Bu satırları okuduğun için, bu hikayenin (hikaye mi gerçekten?) bir başı ve sonu olmadığını bilmek hakkındır. Bu söylediklerim size abartı gelebilir. Yazıyı ilginç hale getirmek için böyle yazdığımı düşünebilirsiniz. Ya da biraz daha iyimser birisi iseniz bu hikayenin ‘sevgili okur’ hitabı ile başladığını düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Benim hatırladığım, her şeyin bir boşlukta başlayıp yine aynı şekilde bittiği. İstediğiniz yerden okumaya başlayıp istediğiniz yerden bitirebilirsiniz. Kum kitabı gibi bu hikayenin de bir çok başlangıcı ve sonu olduğunu da düşünebilirsiniz. Siz bilirsiniz. Ben sadece hatırladıklarımı anlatacağım.

Beyaz bir odada uyandım. Tavanda boylu boyunca uzanan florasan lambalar fazlasıyla rahatsız edici. Gözlerimi kısıyorum. Yakın geçmişe veya çok uzak geçmişe gidebilmek için hafızamı zorluyorum. Nafile! Sayfaları bomboş beyaz bir defter gibi olan geçmişime karakalem ile anlamını bilmediğim (bir rüyadan arta kalan) sadece iki kelime yazılmış. Bu iki kelimeyi fısıldarken tekrar uykuya dalıyorum.

Uyuyorum.

Gözlerimi açmaya korkuyorum. Karanlık ilk defa bu kadar huzur veriyor. Gözlerimi açtığımda yeniden beyaza boğulmaya korkuyorum.

Bu cümlelerden başka çiziği olmayan boş levha gibiyim.

Tavandaki beyaz ışık sanki tüm gücümü emiyor. Yorgun hissediyorum. Düşüncelerimi toparlayıp asıl soruna odaklanamıyorum. Bir türlü neden sorusunu soramıyorum.

İsmimi bile hatırlamıyorum. Tabi eğer var ise.

Belki de aydınlanmak için tek gereken ışıkların sönmesi.

Bir insan aynı rüyayı iki defa görüyorsa ya kendinden kaçıyordur ya da kendisini hatırlamaya çalışıyordur. Ne yazık ki ben ilkini başardım, ikincisinin ise daha başındayım.

Sanki bu kelimeleri yazan ben değilim; yazmam gerektiği kadar yazıp, bitmesi gerektiği yerde ister istemez noktayı koyup defteri kapatıyorum.

Her uyandığımda yaptığım ilk şey, yanı başımda bekleyen boş sayfalardan herhangi birisine uykumda öğrendiklerimi büyük bir ciddiyetle yazmak.

Şimdi tek sahip olduğum bu beyaz defter gibi karalanmayı bekliyorum. İyi şeyler yazmaya çalışsam da bu defter en nihayetinde siyaha bulanmış oluyor. Belki siyah o kadar kötü, beyaz da o kadar iyi değildir. Bunun cevabı kapının hemen arkasında olabilir. Bir kapı olduğuna göre bir çıkış da olmalı muhakkak. Belki şu an zaten aradığım çıkıştayım. Bilmiyorum. Gözlerimi ovuşturuyorum. Ne kadar zamandır uyuduğumu veya buraya nasıl geldiğimi bilmesem de merak etmiyorum. Benim şu an tek istediğim bu odadan çıkmak. Çünkü biliyorum ki, buradan bir çıkabilsem dışarıda bulacağım ilk şey hafızam olacak.

Tüm bunlar belki de bir bulmaca. Her bulmaca gibi buna da istediğin yerden başlayabilirsin ama çözümü bulmak için tüm cevapları sırasıyla yerine koyman gerekir. Halbuki ben ne bir soru bulabildim ne de cevap.

Karanlık bir odada ayakta dikiliyorum. Bekliyorum. Ama birisini değil. Ateş böceğine benzeyen ışık topları bana yaklaşırken neyi beklediğimi anlıyorum. Etrafımda bir düzen içerisinde dönmeye başlıyorlar. Bazıları biraz uzakta, bazıları ise yanıma kadar sokulmuş. Mesafelerini hiç bozmadan etrafımda dönüyorlar. Çok geçmeden her birisinin aslında birer kelime olduğunu anlıyorum. Sadece en yakınımdaki iki kelimeyi okuyabiliyorum... Uyanıyorum. Odada tek kişilik bir yatak ve hemen yanında ufak kare bir masa var. Üstümdeki elbiseler ve masanın üstündeki defter dahil her şey beyaz. Defterin kapağına beyaz kabartma harflerle rüyamda gördüğüm ve anlamını bilmediğim o iki kelime kazınmış.

Hayat, boşluklarının dolmasını bekleyen bulmacadır.

Belki siz bu boşluğa anlamlı bir nokta koyarsınız.

Kendime ait hiç bir şey hatırlamamak belki de en iyisi. Belli ki çok matah şeyler yapmamışım geçmişte. Belli ki ben kötü bir insandım. Bir çok pişmanlık sonrası her şeyi unutup yeni bir başlangıç yapabilmek için kim bilir kaç defa derin uykuya dalmışım. İyi ya, bunu en sonunda başarmışım. İnsan hatırlamadığı şeylerden sorumlu tutulamaz. O halde ben herkes kadar masumum. Benim tek günahım bu defterdeki çizikler. Ben bu beyaz defter kadar suçluyum.